“ŞİFAHANELER” KİTABI BASIN BİLDİRİSİ
Araştırmacı yazar Abdullah Kılıç’ın “Anadolu Selçuklu Osmanlı Şefkat Abideleri, ŞİFAHANELER” adlı son eseri bir belgesel araştırma kitabı olarak yayınlanmıştır. Kitap 336 sayfa, kuşe kağıda lüks baskılı ve sıvama sert kapak ciltlidir. Dili İngilizce ve Türkçedir. Görsel zenginlik içinde anlatılmıştır. Tıp tarihimiz ve kültür tarihimizin bu önemli abidelerini kamuoyuna tanıtmak ve bir belgesel bırakma amacını taşımaktadır. Tıp tarihi, kültür tarihi ve mimarlık tarihi açısından ele alınan önemli bir kültür belgeselidir.
Yazarı kitabı şöyle takdim etmektedir:
Yüzyıllar boyunca Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında karşılıksız hizmetin abideleri olarak mektep, medrese, kervansaray, hamam, cami, aşevi gibi sayısız vakıf eserleri yaptırılmıştı. Temelini inancından alan iyilik mayasıyla yoğrulmuş Anadolu, baştan başa çeşitli şefkat âbideleri ile donatılmıştı. Bunlardan birisi de şifahanelerdi. Bu müesselerde hangi din, dil ve ırktan olursa olsun insanlar ücretsiz tedavi ediliyordu. Şifahaneler, döneminin hastane yapılarıydı. Gelip geçen yolcu, tüccar, garip ve kimsesizler için yaptırılmış şifa evleriydi.
İslâm medeniyeti döneminde şekillenen ve hastane görevini yüklenen dârüşşifalar, Selçuklu ve Osmanlı dönemlerinde de devam etmişti. Şifa evi, şifa kapısı, sıhhat yurdu, sağlık yurdu olarak anladığımız şifahaneler, genellikle “dârüşşifa” olarak anılmakla beraber tarihin çeşitli devirlerinde ve değişik coğrafyalarda bîmarhâne, mâristan, dârülmerza, dârülâfiye, dârüssıhha, şifahane, bîmâristan, dârüttıb, şifaiyye, tımarhane olarak da adlandırılıyordu.
Selçuklu ve Osmanlı döneminde sultanlar ve devletin ileri gelenleri tarafından belli merkezlerde inşa edilen ve zengin vakıflarla desteklenen dârüşşifalar, bir hayır kurumu olarak devlete yük olmadan yüzyıllarca halkın sağlığına hizmet etmişlerdi. Avrupa’da, hastaların manastır köşelerinde rahipler tarafından tedaviye çalışıldığı bir dönemde, İslâm âleminde hastaneler, din farkı gözetmeksizin hizmet veren müesseseler olarak çalışmaktaydı.
Anadolu’da Beylikler döneminin hüküm sürdüğü, Osmanlı’da Orhan Gazi’nin sultanlığı dönemine raslayan 1330’lu yıllarda, Anadolu’ya gelen ünlü seyyah İbn Battûta Seyahatnâme’sinde, şifahanelerin de yapılmasına temel teşkil eden, Anadolu’daki müslüman Türk kültürünün kökleri üzerine oldukça önemli bilgiler vermektedir. Battuta, kitabımızda konu ettiğimiz şifahanelerin de bulunduğu birçok şehri gezmişti. Seyahatnâme’sinde gittiği her yerde beyler, ahali ve ahî teşkilatları tarafından son derece güzel misafir edildiğini anlatmakta, yapılan iyilikler karşısında hayretler içinde kaldığını söylemekte ve duygularını şöyle ifade etmektedir.
“Şunu özellikle belirtmeliyim ki Bilâd-ı Rûm denilen bu ülke dünyanın en güzel memleketidir. Cenâb-ı Hak dünyanın öteki ülkelerinde ayrı ayrı ihsan ettiği güzellikleri burada topyekün bir araya getirmiştir. Ahalisi güzel yüzlü ve temiz giyinişlidir. Yemekleri ise çok nefistir. Burada yaşayanlar Allah’ın en şefkatli kulları olup onlar için, ‘Bolluk bereket Şam’da, şefkat ise Bilâd-ı Rûm’dadır’ denilmiştir. Bu ülkede bir zâviye ya da bir eve indiğimizde komşularımız kadın olsun erkek olsun derhal durumumuzu soruştururlardı. Burada kadınlar erkeklerden kaçmazlar. Ayrılacağımız sırada sanki akrabaymışız gibi bizimle vedalaşırlar ve bu ayrılıktan duydukları üzüntüyü göz yaşları ile ifade ederlerdi”
Evliya Çelebi de XVII. yy.da Osmanlı dârüşşifalarının birçoğunu gezmiş, Seyahatnâme’sinde bu şefkat yuvalarının işleyişi hakkında fikir sahibi olabileceğimiz önemli bilgiler vermiştir. Mesela Fâtih Dârüşşifası’ndan söz ederken “Dersiâm, hekimbaşısı ve cerrahbaşısı vardır. Gelen ve giden yolculardan bir âdem haste-hâl olsa tımarhaneye (hastane) getirüp ana hizmet ederler. Vaziyetine münasip ilaçlar verirler. Sırmalı ve ipekli gecelikleri vardır. Her gün iki kez hastalara çeşit çeşit lezzetli yemekler pişirirler ve dert sahiplerine yemek dağıtırlar. Vakfı öyle kuvvetlidir ki mutfağında keklik, turaç ve sülün kuşlarının eti bulunmaz ise bülbül, serçe ve güvercin pişüp hastalara verile diye evkâfnâmelerinde yazılmıştır. Hastalara ve divanelere def’i cünûn içün mutrıbân, hânendegân tayin olunmuştur. Ve avretler ve kefereler içün başka bir köşe tımarhanesi vardır” demektedir.
O dönem İslâm ülkelerini gezen Batılı seyyahları da en çok şaşırtan ve hayran bırakan müesseselerin başında dârüşşifalar gelmekteydi. Seyyahların da canlı şahitleri oldukları bir devrin şefkat abideleri şifahaneleri konu alan bu çalışmamızda, şifahaneleri derli toplu bir kitapta anlatarak hem yeni nesle tanıtmak hem de geleceğe küçücük bir belge bırakmak istedik. Muhakkak eksiğimiz vardır ama elimizden geldiği kadar şifahaneleri doğru bilgi ve belgeler ışığında anlatmaya gayret ettik.
Kitaba, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde XII. yüzyıldan XIX. yüzyılın ilk yarısına kadar yapılan, bugünkü sınırlarımız içinde olan ve ayakta kalabilen, bilinen, şifahane yapıları alınmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısından sonra yapılanlar ise artık hastane adını almakta ve modern pavyon sistemine göre yapılmaktadırlar. Bu yeni dönemde askerî hastaneler, tıp fakülteleri, kızılay hastaneleri, sivil hastaneler, karantinalar yapılmıştır. Bu yapılar bizim konumuz dışında olup ayrı çalışma alanlarıdır.
Kitabımızda yer alan şifahaneler, tıp tarihi, sanat tarihi ve kültür tarihi açısından bir bütün olarak ele alınmıştır. Mevcut yapıların tamamı yerinde incelenmiş, yeni tespitler kaydedilmiştir. Metinler yerinde incelemeler sonunda görerek yazılmış ve fotoğraflarla desteklenmiştir.
Anadolu Selçuklu ve Osmanlı’da uygulanan tıp ve şifahanelerle ilgili genel bilgiler kitabın başında bir miktar verilmiş, devamında ise tek tek şifahaneler anlatılmıştır. Tabii ki bu sahada söylenecek çok söz vardır, ancak biz burada sadece şifahane yapıları özelinde bilinen ve yeni tespit edilen bilgi ve görsellere yer verdik. Özellikle günümüzün takdim anlayışına uygun görsel zenginlik içerisinde güzel fotoğraflarla ve güzel bir tasarımla sunmaya çalıştık. Kitabın tamamını, kapağından son sayfasına kadar bir bütün olarak ele alarak, aynı üslup, ifade ve görsel anlayışla tasarladık.
Ayakta kalabilen eserleri tek tek incelediğimiz seyahatimizdeki tesbitlerimizi de bir belge olması niyetiyle “Şifahanelere Yolculuk“ adıyla girişte yazdık.
Bu gezi sırasında da sanki 13.yüzyıla gitmiş, eserleri yapanlarla iletişim kurmuş ve doğrusu çok etkilenmiştik. Bu insanların nasıl bir ruh halleri olmalıydıki ellerindekini bağışlamalı ve bunu yaparken de son derece mütevazi olmalı, kendilerini hakir diye tanıtmalıydılar. Yapılan iş te ne kadar doğru ve kuvvetli bir yatırım ki biz hala 21. yüzyılda eserlerinin başına gidiyor ve onları hayırla yadediyorduk. Belli ki dünyalık beklentilerin üstünde çok daha kuvvetli bir karşılık ümitleri vardı. Galiba onları anlıyorduk.
Detaylarını kitabımızın sayfalarında bulabileceğiniz kültür tarihimizin bu şefkatli yüzünü oluşturan o hayır eserlerini yapan, bugüne kadar devamını sağlayan, bugün de geleceğe aktarmak için gayret gösterenleri muhabbetle yadediyorum. Ne mutlu ebedi hayatları için tükenmez bir hazine bırakabilenlere…
Daha geniş bilgilenme ve tanıma için istifade edebilecek yazarın kitapta yer alan seyahat yazısı
Şifahaneler seyahat
Aşağıda, kitapta adı geçen şifahaneleri bulundukları şehirlerde tek tek incelemek üzere düzenlediğimiz seyahat notları kaydedilmiştir. Ayrıca eserlerin teknik anlatımları ilgili bölümlerinde detaylı olarak verilmiştir.
Osmanlı şifahanelerine doğru yolculuğumuzda ilk durağımız, Edirne…
21 Mayıs 2012 Pazartesi günü Sultan II. Bayezid Dârüşşifası’nı ziyaret için Edirne’ye vardığımızda bizi üstat Ratıp Kazancıgil ile Nilüfer Gökçe hanımefendi karşıladılar. Gün boyunca dârüşşifa ve tıp medresesinde beraberce incelemelerde bulunduk. 1973’ten bu yana yapının geçirdiği değişimlerin canlı şahidi olan, ihya edilmesinde büyük emekleri geçen Kazancıgil o güzel üslubuyla bize tarihî binaları oda oda gezdirdi. Çeşitli tamirlerle yeniden ayağı kaldırılan bu tıp sitesi, bugünkü hizmet biçimi olan müze haliyle beraber, gördüğümüz şifahaneler içinde en düzenli ve amacına en uygun kullanılmakta olanıydı. Günümüzde dünyanın her yerinden gelen ziyaretçiler bu müstesna Osmanlı tıp sitesini ziyaret etmektedirler. Külliyenin ve özellikle de şifahane ve medresenin kendine has huzur veren o hoş havası hâlâ sürmektedir. Bir yanda tedavide kullanılan su ve musiki sesi de yankılanmaya devam ediyor.
Ziyaretimiz esnasında güzelim şifahane bahçesinde Ratıp hocaya burasının uzun hikayesini anlattırarak kayda aldık. Şifahane ve tıp medresesinde çekimler yaparken zamanın nasıl ilerlediğini farkedemeden geçmiş ile bugünü aynı anda yaşayarak fevkalâde hoş duygularla incelememizi tamamladık.
23 Mayıs 1484’te II. Bayezid tarafından dualarla temeli atılan, içinde cami, aşevi, medrese gibi birçok yapı bulunan külliye 1488’de tamamlanmıştır. Darüşşifa külliyenin bir parçası olup cumhuriyete kadar da hizmetine devam etmiştir. Evliya Çelebi burayı görmüş ve gördüklerini bize aktarmıştır.
Şifahane, 1. avlu, 2. avlu ve ana bloktan oluşmaktadır. Klasik Osmanlı medrese planına uygun olarak, avlunun etrafında revaklar revakların arkasında da odalar sıralanmıştır. Kapalı ana blok ise yükseltilmiş kasnaklı bir kubbeyle örtülmüş altıgen bir mekandan oluşmaktadır. Esasen tedavinin yapıldığı hasta odalarının bulunduğu hatta musikiyle tedavinin yapıldığı ana bölüm burasıdır. Şifahaneye kuzeybatı köşesinden bağlanan tıp medresesinde ise tıp öğrencilerinin yetiştirildiği, yanındaki şifahanede uygulamalı eğitimin verildiği anlaşılmaktadır.
Osmanlının bu ayakta kalabilen en mükemmel darüşşifasını güzel duygularla geride bırakarak, Selimiyeye de kısa bir ziyaretten sonra aynı günün gecesi Edirne’den dolu dolu Osmanlı zaman dilimini yaşamış olarak ayrıldık. Buradan aklımızda kalan, tıp sitesinin, insan merkezli hizmet duygusunun bugüne kadar taşındığını görmek ve buraların ihyasına çalışan fedakâr insanlarla tanışmak oldu.
Bursa’da Yıldırım Bayezid Han’ın yaptırdığı ilk Osmanlı dârüşşifası…
Darüşşifayı ziyaret için 24 Mayıs 2012 perşembe günü öğle saatlerinde Bursa’ya geldik. İlk durağımız Bursa Ulucamii oldu. Bursa’nın kalbi Ulucami’de bir soluklanıp manevi havasını almak istedik. Ulucami’den hareketle Yıldırım Bayezid Külliyesi’ne vardık ve incelemeye başladık. Yıldırım Bayezid tarafından 1400’te yaptırılan, Osmanlı’nın bilinen ilk dârüşşifasını içinde barındıran külliyenin cami, medrese, türbe ve dârüşşifadan oluşan birimleri bugün ayaktadır. Günümüzde bir vakfın kullandığı dârüşşifayı ayrıntılı olarak inceledik. Bina bir avlu etrafında sıralanmış revaklı odalar, giriş ve ana eyvandan oluşmaktadır. Harabe bir halde iken 1990’lı yıllarda yeniden yapılırcasına ayağa kaldırılan dârüşşifanın bugünkü sağlam duruşunu görmek bizi mutlu etti. Yapı, meyilli bir arazi üzerine yapılmış olup külliyeden 200 - 300 m. mesafededir. Osmanlı’nın ilk dârüşşifası olan binanın zamanımıza kadar gördüğü hizmetleri gözümüzde canlandırarak yapılan işin büyüklüğünü bir kez daha anlamaya çalıştık.
Daha sonra külliyenin diğer birimlerinden olan camiyi, medreseyi ve Yıldırım Bayezid türbesini de ziyaret ettikten sonra aynı günün gecesi İstanbul’a döndük.
Kuşbakışı Manisa ve Hafsa Sultan Külliyesi…
Hafsa Sultan Külliyesi’ni ve dârüşşifasını incelemek üzere 4 Haziran 2012 Pazartesi günü öğleye doğru önce İzmir’e, oradan da saat 14.00 sıralarında Manisa’ya ulaştık. Manisa’da Celal Bayar Üniversitesi’nden dostumuz Selim Altan bey bizi karşıladı. Hafsa Sultan Külliyesi’nde yer alan dârüşşifayı birlikte incelemeye başladık. Dârüşşifanın ana giriş kapısı güneye cami tarafına bakıyor. Giriş kapısının üzerindeki orijinal kitâbesi yerinde duruyor. Bina orta avlu etrafında sıralanmış odalar ve dört eyvandan oluşmaktadır. Şifahanenin etraflıca fotoğraflarını da çekerek incelemeleri tamamladık.
Kanuni Sultan Süleyman’ın annesi Hafsa Sultan adına yaptırılan ve 1539’da tamamlanan külliyede bugün cami ve medrese en güzel şekilde hizmetine devam etmekte, sıbyan mektebi kahvehane olarak kullanılmakta, hamamı çalışıyor, hankâhı kaybolmuş, dârüşşifası ise Celal Bayar Üniversitesi’nin hizmetindedir.
Günün sonunda şehri ve külliyeyi daha geniş açıdan seyretmek ve fotoğrafını çekmek üzere Manisa’nın sırtını dayadığı kale kalıntılarının da bulunduğu Spil dağına tırmandık. Orada da külliyeyi ve Manisa’yı kuşbakışı seyredip fotoğrafını çektikten sonra Manisa’nın diğer tarihi eserlerine kısa bir gezinti yaptık. Gece yarısı tamamlayabildiğimiz bu kısa gezimizde Manisa Mevlevihanesi, Revak sultan türbesi, Hacı İvaz Paşa Camii, Muradiye Camii ve son durağımız ise Manisa’nın en hakim yerinde kurulu olan Manisa Ulucamii oldu. Ulucami tipik Beylikler dönemi eseri olup anıtsal giriş kapısı ve devşirme taşları ile döneminin yükselmeye çalışan sadeliğini hala hissettiriyordu.
Ertesi gün İzmir yoluyla İstanbul’a dönerek Manisa gezimizi tamamladık. Manisadan aklımızda kalan, Hafsa Sultan’ın hayırdaki yarışı ve asaleti, külliyenin sükuneti, derinliği, huzuru ve mesir macunu hikayesi oldu…
Gecesi sümbül, Türkçe’si bülbül kokan İstanbul, İstanbul…
Selçuklu’nun hedefi, Osmanlı’nın gerçekleşen rüyası, İslâm dünyasının ve Türk’ün 600 yıllık Dersaâdeti. Hangi taşını kaldırsan altından bir şefkat yapısı çıkan övülmüş, sevilmiş, hedef gösterilmiş, güzel belde, İstanbul…
İstanbul’daki Osmanlı şifahanelerini Mayıs ve Haziran ayları içerisinde farklı zamanlarda ayrı ayrı ziyaret ederek yerlerinde inceledik. Daha önce yayımlanan İstanbul Şifahaneleri kitabımızın çalışmaları sırasında da detaylıca üzerinde çalıştığımız ve incelediğimiz için bu gezilerimiz eserlerin son durumlarını tespit etmeyle ilgili oldu. Tamamı külliye içinde olan bu yedi şifahaneden Fatih hariç hepsi ayaktadır ve iyi durumdadır.
Fâtih Dârüşşifası. Fâtih Sultan Mehmed’in, İstanbul’u fethettikten sonra, imaret, cami, kervansaray, medreseler ve dârüşşifayı da içine alan, 1463-1470 yılları arasında inşa ettirdiği külliyesinin bir birimidir. Fatih semtindeki külliyenin şifahane hariç diğer birimleri bütün güzelliğiyle bugün ayaktadır. Caminin güneydoğusunda olması gereken şifahanenin yerinde ise maalesef “Eski Şifahane Sokağı” tabelası ve bir mahalle ev bulunmaktadır. İstanbul’un geçirdiği depremler ve bakımsızlık yüzünden dârüşşifa günümüze ulaşamamıştır.
Haseki Dârüşşifası. Kanûnî Sultan Süleyman’ın eşi ve II. Selim’in annesi Hürrem Sultan adına yaptırılan Haseki Külliyesi içinde yer alan yapı, bugün külliyenin diğer birimleriyle beraber restorasyon geçirmekte olup çalışma tamamlanmak üzeredir. Dârüşşifa, medrese ile imaret arasındaki alana, kuzey cephesi ve giriş kapısı sokağa bakacak şekilde yapılmıştır. Planı, sekizgen bir avluyu çerçeveleyen odalardan oluşur.
1550 yılından günümüze kadar, başlangıçta genel bir hastane olarak çalışan dârüşşifa, zamanla kimsesizler yurdu, kadın hastanesi ve tımarhane gibi amaçlarla da kullanılmıştır. Bu anlamda bilinen ilk kadın hastanesidir. Bugün yanında gelişen modern Haseki Hastanesi, adını ve hizmetini yaşatmakta, tarihi şifahane binası ise boştur.
Topkapı Sarayı Hastaneleri. Her ziyaretimizde farklı bir güç, vekar, tevazu duyguları hissettiğimiz Topkapı Sarayı içinde de şüphesiz sağlık yapıları bulunuyordu. Bunlardan birisi olan ve XIX. yüzyılda kaybolan Enderun Hastanesi’nin, sarayın ilk giriş kapısı Bâb-ı Hümâyun’dan girince sağ tarafta kalan yeri bugün boştur. XVI. yüzyılda yapımına başlanan Câriyeler Hastanesi ise Harem bölümünde Gülhane Parkı sınırında boş ve sapasağlam ayaktadır. Ancak ziyaretçilere kapalıdır. Sır dolu bu mekâna haremden geçilmekte, kırk merdivenlerden aşağı inilerek ulaşılmaktadır. Hasta odaları, hastalar ustası odası, gasilhanesi, meyyit kapısı, çeşme ve tuvaletleri ile tam bir hastane idi. Nice saray mensubu burada tedavi görmüş, nicelerinin cenazeleri buradaki meyyit kapısından çıkarılmıştı.
Süleymaniye Dârüşşifası ve Tıp Medresesi. Yapı, Kanûnî Sultan Süleyman’la Mimar Sinan’ın Türk ve Dünya tarihine en güzel armağanları olan muhteşem külliyenin (1550-1557) kuzeybatı köşesinde yer alıyor. Dârüşşifa restore edilerek 2009’da gördüğümüz kubbelerinden kurşunları dökülen perişan halinden kurtarılmış olduğu halde bugün Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi’nin kullanımına verilmiş. Tıp Medresesi ise boş olarak restorasyon bekliyor. Yan yana iki bölümden oluşan Şifahane ve karşısındaki Tıp Medresesi devrinin en önemli sağlık ve tıp eğitimi merkeziydi.
Mayıs 2012 de yeniden detaylıca incelediğimiz yapının tertemiz son halini görmek bizi mutlu etti.
Atik Valide Dârüşşifası. Üsküdar sırtlarında Nurbânû Valide Sultan’ın bânisi olduğu, Mimar Sinan’ın bir diğer muhteşem yapısı olan Atik Valide Külliyesi’nin bir parçasıdır. Kurulduğu 1581’den en son bîmarhâne olarak kullanıldığı 1927 yılına kadar dârüşşifa, çok az kuruma ve vakfa nasip olacak şekilde neredeyse kesintisiz hizmetine devam etmiş, 1927’den sonra da farklı amaçlarla kullanılarak bütün yorgunluğuyla günümüze ulaşmıştır.
Külliyenin batısında yer alan şifahanenin de yer aldığı çoklu yapı bloğu bugün Fatih Sultan Vakıf Üniversitesi’nin kullanımına verilmiş, bizim son gördüğümüzde de (Mayıs 2012) restorasyonuna başlanmıştı. Dileriz perişan halinden bir an önce kurtulur, Osmanlının, Valide Sultan’ın ve Sinan’ın aziz hatırası olarak yine eğitim, sağlık gibi hizmetlere mekânlık etmeye devam eder.
Sultan Ahmed Dârüşşifası. Osmanlı sultanlarının on dördüncüsü olan I. Ahmed tarafından 1609 yılında inşaatına başlanan külliye ile birlikte yapılan dârüşşifanın, 1621 yılında bitirildiği anlaşılmaktadır. Sultan Ahmed Külliyesi’nin en batı ucunda yer alan dârüşşifa, temelleri üzerine bakiyeleri ile inşa edilen yeni binası teknik lise tarafından kullanılmaya devam etmektedir. Ama ne yazık ki dârüşşifadan güneyindeki hamamından başka bir iz kalmamıştır.
Bugün İstanbul silüetinin ayrılmaz bir parçası olan cami, genç padişahın Osmanlı başşehrine ve gelecek nesillere en değerli armağınıdır. Külliye, Osmanlı tarihi ile ilgili birçok olayın çevresinde gerçekleştiği, klasik dönem üslubunda yapılan son sultan külliyesi olması dolayısıyla da özel bir anlam taşımaktadır.
Gureba-i Müslimin Hastanesi. Bezmiâlem Valide Sultan tarafından 1845’de yaptırılan hastane, Osmanlı şifahane geleneğinin son temsilcisi, aynı zamanda modern hastane planının da uygulandığı ilk hastanedir. Diğer şifahaneler gibi burası da kimsesiz gariplerin ücretsiz tedavi edilmeleri için kurulmuştur. Halen vakfiyesiyle beraber yaşayan hizmete açık tek şifahanedir. Bugün kendi adıyla kurulan Bezmialem Üniversitesi’ne ev sahipliği yapmaktadır. Onu koruyan ve yaşatan emin ellerde restorasyonu yeni bitirilmiş olarak geniş avlusu etrafında sıralanmış hastane odaları, ortasında havuzu ve etrafında dolaşan öğrencileriyle canlılığını devam ettirmektedir.
Selçuklu şifahanelerine doğru ilk durağımız Safranbolu üzerinden Kastamonu…
11 Haziran 2012 Pazartesi sabahı İstanbul’dan Kastamonu’ya gitmek üzere çıktığımız yolculuğumuza Safranbolu ile başlamak istedik. Safranbolu gerçekten kültürümüzün yaşayan can damarlarından biri. Tarihi evlerinde misafir geçirdiğimiz bir gün bizi tarihi yolculuğumuza hazırlamış oldu.
Safranbolu’dan 12 Haziran Salı günü sabahleyin ayrılarak Kastamonu’ya doğru yol almaya başladık. O mesafeyi katederken yol boyunca XIII. yüzyılda gidip gelen kervanları ve at sırtında tâ Orta Asya’dan gelerek buraları bize ebedî vatan yapan fedakar, ideal yüklü, önde giden atlıları düşünüyorduk.
Aynı gün öğle vakti Kastamonu’ya vardığımızda ilk durağımız Nasrullah Paşa Camii oldu. Hemen işe koyularak Yılanlı Cami’yi yani Ali b. Süleyman Dârüşşifası’nı aradık. Nasrullah Paşa Camii’nin hemen yakınında güneybatısında, Küpceğiz mahallesi Yılanlı sokağında bulduk. Eseri görünce şaşkınlık ve üzüntüden bir müddet bakakaldım. Koca dârüşşifadan sadece bir taçkapı kalmış. O da nasılsa kurtulmuş. Dârüşşifanın bu kapısı üzerine bir ev, alanının bazı yerlerine de başka yapılar kondurmuşlar. Ama kapısı o yorgun haliyle bile hem ait olduğu yapının durumunu, hem Selçuklu taş sanatının gücünü, hem de başına gelen bütün hikâyeyi anlatıyordu. Taşlarının siyah is izlerinden geçirdiği yangın, yan duvarlarının halinden de geçirdiği uzun yıllar ve yıkımlar anlaşılıyordu. Hele kitâbesini okuyup da düşünmemek, hüzünlenmemek mümkün değildi. İşte Selçuklu vezirlerinden Pervâne Muînüddin Süleyman oğlu Ali tarafından 671(1272) yılında yaptırılan bir şefkat âbidesi ve ondan geriye kalan bir kapı…
Kapıdan başka geriye kalanlar ise, kapıdan girilince karşımıza çıkan bir avlu ve dârüşşifa alanına veya dârüşşifanın güneyine bitişik yapılan Yılanlı Cami ve Abdülfettâh-ı Velî Türbesi’dir. Bir de bizde izi kalan diğer Selçuklu dârüşşifalarına göre tahmin ederek, konumlandırarak yapı buraya nasıl oturmuştur, sınırları neresidir, iki katlı mıydı, çinileri var mıydı gibi ettiğimiz tahayyülümüzdü…
İnceleme ve çekimlerimizi tamamladıktan sonra akşam üzeri Kastamonu kalesine çıkarak kuşbakışı şehri ve eserleri seyrederek fotoğraf çektik. O gece bu güzelim tarihi Türk şehrinde geceledik. Ertesi sabah yüzyıllar boyu birçok Türk beyi arasında el değiştirmiş, her birinden ayrı bir eser kalmış olan bu güzel şehirden ayrılarak Çankırıya doğru şifahaneler yolculuğumuza devam ettik.
Aklımızda kalan, XIII. yüzyıldan feryad eden kitabesiyle bizi selamlayan darüşşifanın hüzünlü kapısıydı…
Çankırı’da bir arayış, Cemâleddin Ferruh Dârüşşifası…
Çankırı’ya 13 Haziran 2012 Çarşamba günü öğle saatlerinde vardık. Yapı Kastamonu ve Amasya gibi ortasından ırmak geçen şehrin batısında Taşmescid caddesinde, şehrin biraz dışında, şehre hâkim yüksekçe kayalık bir tepe üzerinde inşa edilmiş. Selçuklu emîrlerinden Atabey Cemâleddin Ferruh tarafından, 633’te (1235) dârülâfiye (dârüşşifa), kuzey bitişiğine de 640 (1242) yılında dârülhadis yaptırılmış. Yapı topluluğu bugün halk arasında Taşmescid adıyla anılan dârülhadis binası ve güneyindeki dârüşşifa alanından ibarettir. Altındaki türbesiyle beraber dârülhadis kısmı ayakta, dârüşşifa ise yok olmuştur. Yapı son zamanlarında mevlevîhâne olarak kullanılmış. Ancak maalesef şimdi ne şifaheneden ne de mevlevîhâne yapılarından eser kalmıştır. Yalnız Darüşşifanın 2011 yılında yapılan bir kazıyla temellerinin ortaya çıkartılmış olduğunu gördük. Temel izleri yapının planı hakkında fikir vermektedir. Bu arada acaba eldeki plana ve tahminlere göre yeniden inşa edilip kültür dünyasına kazandırılabilir mi diye düşünmekten de kendimizi alamadık.
Buradaki inceleme sırasında türbenin altındaki mezar odasında bu sessiz, karanlık ve gizemli ortamda fotoğraf çekme saygısızlığında bulunmuş, flaş patlayınca birdenbire irkilerek, orada yatanlar tarafından sanki, “Bizi bunca yüzyıllık uykumuzda niçin rahatsız ettin?” diyorlar gibi, garip bir duyguya kapılarak kendimi dışarı atmıştım.
Türbeyi gönüllü olarak bekleyen türbedar kadının şefkatli yüzü de bizim şifahane yolculuğumuzla örtüşüyordu. Kitâbeleri, dârülhadisi, şifahane alanını ve türbeyi inceleyerek o gün akşama doğru Çankırı’dan ayrıldık.
Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun Amasya’sı…
Çankırı’dan Amasya’ya doğru yol alırken gece olduğu için Tosya’da konakladık. 14 Haziran Perşembe sabahı erken saatlerde pirinç tarlaları arasında Amasya’ya doğru hareket ederken yine XIII. yüzyılın atlıları bize eşlik ediyordu… Merzifon gibi birkaç tarihî Türk beldesini geride bırakarak öğleye doğru Amasya’ya vardığımızda şehirde bir hareketlilik göze çarpıyordu. Tam da bizim eserin yakınındaki alanda kiraz festivali açılışı için bir tören hazırlığı varmış. Ayrıca şehirde “yeni açılan Sabuncuoğlu Tıp Müzesi’ni görün” diye ilanlar göze çarpıyordu. Yakutiye mahallesinde Yeşilırmak’a paralel cadde üzerinde bütün görkemiyle ayakta olan Selçuklu dönemi dârüşşifasına varıdığımızda, diğerlerinde olduğu gibi ilk gördüğümde heyecanlanmış, yorgunluğumu unutarak taçkapının olduğu ana cepheyi epeyce seyretmiştim.
Daha sonra, Amasya Belediyesi tarafından kurulan Sabuncuoğlu Tıp ve Cerrahi Tarihi Müzesi olarak hizmet veren yapıyı detaylıca inceledik. O hoş ortamında dinlendirici bir müzik duyuluyordu. Ana eyvana da musiki ile tedaviyi çağrıştıran hânende maketleri yerleştirmişler. Müze ziyaretçilerle dolup taşıyordu. Ne güzel, yüzyıllarca şifahane olarak hizmet veren bina, bugün de sağlık müzesine ev sahipliği yapıyordu. İçinde mutlu olduğum eserlerden biriydi. Kastamonu ve Çankırı üzüntüsünden sonra burası iyi gelmişti.
Müze, Edirne’den örnek alınarak hazırlanmış. Şifahanelerde kullanılan musiki aletlerinden, tıp kitaplarından, giysilerden, eski minyatürlerden örneklerle müzeyi zenginleştirmişler. Ayrıca bir de Sabuncuoğlu Şerefeddin bölümü var. Amasyalı ünlü Türk hekimi Sabuncuoğlu burada kendi ifadesiyle on dört yıl hekimlik yapmış ve 1465 yılında yazdığı ilk Türkçe tıp kitabı Cerrâhiyetü‘l-Hâniyye’yi burada kaleme almış.
Alâeddin Keykubad döneminde yapılıp, 1308’de İlhanlı Kraliçesi İldus Hatun adına Anber b. Abdullah tarafından yeniden yapıtırılan veya tamir edilen dârüşşifa, Selçuklular’ın bütün mimari özelliklerini taşıyor.
Çeşitli açılardan fotoğraflar çekip incelememizi tamamladıktan sonra, Amasya Kalesi’nden de şehrin ve şifahanenin fotoğraflarını çektik. Ardından Tokat’a gitmek üzere oradan ayrıldık. Amasya’dan aklımızda kalan şifahanede duyduğumuz tatlı bir sevinçti…
Tokat’ta bir gün…
Amasya Tokat arasında güzelim kiraz, kayısı, elma bahçelerinin arasından geçerek 14 Haziran Perşembe günü akşam üzeri Tokat’a vardık. Öğretmenevindeki güzel konaklamadan sonra ertesi sabah eserimizle tanışmaya gittik, ancak kapalıydı. Şehir müzesinden izin ve anahtar alarak uzun yıllar müze olarak kullanılırken henüz yeni boşaltılmış olan binayı ziyarete geldik. Dışı fena görünmüyordu, fakat içi henüz tam temizlenmemişti ve bina restorasyon bekliyordu. Gökmedrese adının nereden geldiği hemen anlaşılıyor. Ana kapıdan girer girmez sizi tam karşıda ana eyvanın yanında yer alan artakalabilen nefis çiniler karşılıyor. İki katlı bu Selçuklu medresesinde bir anda kendinizi bulunduğunuz zamandan çıkmış hissediyorsunuz. Orta avlu etrafında sıralanmış iki katlı odalar, revaklar ve ortada bir havuz… İşte size tipik bir Selçuklu eğitim, tedavi ve huzur ortamı.
Yan tarafında Gökmedrese’nin kuzey bitişiğinde başka bir yapı kalıntılarının yapılan kazılarla ortaya çıkartılmış olduğunu gördük. Orayı da detaylıca inceledik. Bu yapının planına göre, Gökmedrese’nin kuzey kanadının, iki blok arasında müşterek bir mekânlar kanadını oluşturduğu anlaşılmaktadır. Kalıntılar arasında eyvanın önüne bırakılmış birçok mezar taşları da mevcuttur. Ayrıca yapının kuzeydoğu köşesinde yapıdan dışarı taşan bir türbe vardır. Bu yapı hakkında detaylı bilgi alabilmek için Vakıflar’a gittik ise de gerekli ilgi ve bilgiye ulaşamadık.
Tokat Gökmedrese adıyla bilinen dârüşşifanın yapımını Anadolu Selçuklu vezirlerinden Pervâne Muînüddin Süleyman başlatmış. 1277’de idam edilmesinden sonra da Sultan II. Mesud’un karısı olan kızı, veya başka bir yakını tarafından tamamlatılmış. Halk arasında dârüşşifa, bîmarhâne, içindeki mezarlar dolayısıyla Kırkkızlar Medresesi de denmektedir.
Tokat’taki çalışmamız bitince Sultan II. Bayezid’in annesi Gülbahar hatun adına yaptırdığı Hatuniye Camii’nde cumayı kıldıktan sonra yüzlerce yıl Türk kültürüne merkezlik yapmış güzelim Tokat’tan ayrılarak Sivas’a doğru hareket ettik.
Sivas’ın yollarına…
15 Haziran Cuma günü öğleden sonra Sivas’a ulaştık. Doğruca soluğu Sivas Dârüşşifası’nda aldık. Bizi orada Cumhuriyet Üniversitesi’nden dostumuz Ebubekir Yücel ve Vakıflar Bölge müdürlüğünden Kemal Şener Bey karşıladılar. Restorasyonu henüz tam olarak bitmemiş olsa da ilgililerden izin alarak incelememize ve çekimlerimize imkân sağladılar. Eseri ikinci kere görüyordum ama ilk defa inceliyordum. İçine girince tek kelimeyle büyülendim ve şaşırdım. Anadolu’nun bir ucunda böyle bir eser vardı ve sapasağlam kalabilmişti. Büyüklüğü, ihtişamı, hizmet maksadı, yapı formu, detayları, muhteşemdi. Büyük bir iştiyakla içinde çalıştık, çekimlerimizi yaptık, oda oda sütun sütun, içeriden dışarıdan ve damından incelemeler yaptık. Hele damından XIII. yüzyıl havasında eseri seyretmek, kümbeti damda yakından incelemek, dokunmak, avluyu seyretmek, eyvanları, revakları incelemek harika bir duyguydu. Bu duygularla günümüzü eserin içinde tamamladık.
Sultanın mezarı güney eyvana yerleştirilen kümbetin içinde. Kümbetin avluya bakan cephe süslemeleri ve yazıları bir harika. Taçkapıda kitâbesi, içeride birçok yerinde de muhtelif yazılar var. Giriş eyvanının karşısına düşen ana eyvan avluya hâkim. Bu eyvan kemerinin üstünde örgülü hanım başı kabartması, Selçuklu’nun süslemeyi ne kadar farklı bir boyutta kullandığını gösteriyor. Sol tarafta da erkek başı kabartması varmış ama kırılmış. Ortada bir de havuz var.
Kayseri’deki Gevher Nesibe’den hemen sonra yeğeni Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’un 1217’de Sivas’ta yaptırmış olduğu bu dârüssıhha (şifa yurdu) mimarisi, taş ve tuğla işçiliği, çinileri, kitâbeleri, süslemeleri ve vakfiyesinin bir suretinin günümüze ulaşması sebebiyle, Anadolu Selçuklu sağlık kuruluşları içinde oldukça önemli bir konuma sahip.
Yapının tam karşısında birkaç metre mesafede de Çifte Minareli Medrese yer alıyor. Sadece doğu cephesi ve bu cephe üzerinde iki minaresiyle taçkapısı kalan yapı, taş işçiliği, büyük boyutları ve tuğla-çini örgülü iki minaresiyle bir şaheser.
Güzel duygularla dolu çalışmamızı tamamladıktan sonra o gece Sivas’ta konakladık.
Divriği, ah Divriği…
Ertesi gün 16 Haziran Cumartesi günü sabahı Sivas’tan yine XIII. yüzyılın havasında farklı duygularla dolu olarak ayrılırken, dünya kültür mirası içinde yer alan, kültür incimiz muhteşem eseri görecek olmanın heyecanıyla Divriği’ye doğru yol almaya başladık. Uzun Anadolu bozkırlarında Selçuklu atlıların geçtiği yerlerden geçerek öğle saatlerinde Selçuklu Mengücükoğulları’nın Divriği kolunun başkentine vâsıl olduk.
Eseri görünce çarpılmış gibi oldum. Bu ne güzellik ne asalet ne incelik ve ne sanattı. Avlusundan, çevresinden, epeyce genel durumunu ve kapılarını seyrettikten sonra şifahanenin içini de detaylıca inceledik. Dış kapısı ve süslemeleri, içerideki detay süslemeleri ile baştan sona bir sanat harikası olarak tasarlanmış olan yapı, sanki başka boyuttan gelmişti. Yabancıların bir tek tarihî taşlarını bile tanıtmak için yarıştığı günümüzde bize göre buraya bu şaheseri görmek için şimdi dünyanın her yerinden gelen uçakların biri inmeli biri kalkmalıydı.
Dünya kültür mirası içinde yar alan, Anadolu’nun bir köşesinde 1228 yılında Melike Turan Melek tarafından yaptırılan dârüşşifa ve ona bitişik olarak eşi Ahmed Şah tarafından inşa ettirilen Ulucami, tam bir sanat ve şefkat âbidesidir. Şifahanenin kuzeydoğu köşesinde camiye açılan odası, mezar odasına çevrilerek üzeri kümbet olarak düzenlenmiş. İçinde Ahmet Şah, eşi Turan Melek ve aile efradı yatıyor. Bir bakıma fani vücuttan kamil insana yücelme kapısı olarak tasarlanmış cami ve yanında şefkat abidesi şifahane. Yapı tarzı, planı, şaheser süslemeleri ve amacı ile her iki yapı bir bütün. Sene 1228, işte Anadolu. Ne mutlu eserleriyle insanları bugün bile şaşırtabilenlere…
Bu duygularla camiyi, mihrabını, kapılarını da inceleyip çekimlerimizi de tamamladıktan sonra akşam üzeri Divriği’den ayrıldık.
Kayseri’de Gevher Nesibe Sultan’ın yadigarı…
Ancak gece yarısı varabildiğimiz Kayseri’de eseri ziyaretimiz bir gün sonra 17 Haziran 2012 Pazar günü gerçekleşti. O gün Gevher Nesibe’nin önünde Kayseri yemekleri festivali yapılıyordu. Eskiden yerinde tam beş mahalle bulunan parkın ortasında kalan Selçuklu şefkat âbidemiz, vakur bir edayla sanki sessizce etrafı seyrediyordu. Daha önce de öğrencilerle sık sık ziyaret ettiğimiz, hatta adına ayrı bir kitap yayımladığımız eser olduğu için sadece son durumunu tespit amacıyla inceleme yaptık. Bu tekrar kavuşmamız sanki eski bir dostla buluşma gibi oldu. 1206’lı yılların tahayyülü içinde, Anadolu’daki Selçuklu dârüşşifaları ve tıp medreseleri arasında ayakta kalabilen bu en eski yapıyı yaptıran hanım sultanı tekrar hayırla yâdettik.
Yapı yan yana, üstü açık avlulu, dörder eyvanlı, iki blok halindedir. Batı taraftaki blok şifahane, doğudaki ise medresedir. Şifahanenin batı kenarında akıl hastalıkları bölümü, medresenin kuzeydoğu köşesinde de Gevher Nesibe’nin kümbeti yer alır.
Eser 1980’li yıllara kadar eski mahallelerin arasında çevresiyle uyumlu bir ortamdayken, bugün bir parkta yanlızlığa terkedilmiş, öksüz dev bir heykel gibi ortada durmaktadır. Oysa o yıllara kadar şifahaneye, eski kültürün izlerini taşıyan daracık sokaklardan ulaşılır, çocuklar etrafında saklambaç oynar, damına tırmanır, duvarının dibine sinerlerdi. Mahallenin genç kızları hemen bitişiğindeki çeşmeden sularını doldurur, çevresinde yaşayanlar, Gevher Nesibe’nin tarihî havasını ve yanında yaşamanın ayrıcalığını hissederlerdi. Yanlarındaki bu taş bina 1206 yılından beri kendilerine şifa dağıtan bir hastane ve tıp fakültesi idi.
Bu duygularla Kayseri’nin diğer Selçuklu eserlerine de kısa bir gezinti yaptıktan sonra ertesi gün 18 Haziran Pazartesi günü İstanbul’a dönmek üzere şehirden ayrıldık.
Bu arada incelemelerimiz sırasında gerek Osmanlı gerek Selçuklu dârüşşifalarında her eserde karşımıza çıkan rahmetli Prof. Dr. A. Süheyl Ünver’i anmadan geçemeyeceğim. İncelediğimiz hemen her eserin ihyasına, tanıtımına uğraşmış, tamirlerine gayret etmiş, başlarında bulunmuş, planlarını çizmiş, makaleler ve kitaplar yazmış. Yazdığımız makalelerden içinde kendisinden bahsetmediğimiz hemen hemen hiçbir yazı yoktur. Bu nasıl aşk ve heyecan. Bu kadar iş bir ömüre nasıl sığdırılmış. Böyle bir hayat yaşayabilmek herhalde güzel insanların bir özelliği olsa gerek…
Sonuç
Şefkat yuvası şifahanelerimizden ayakta kalanlar korunmalı, gelecek nesillere sapasağlam devredilmelidir. Bu son gezimizde tekrar gördüğümüz gibi bugün birçok şehrimizde, şifahaneler de dahil geriye kalabilen vakıf âbidelerimiz tabii ortamlarından koparılmış, ya hiçbir kültürel değeri olmayan beton binalar arasına terkedilmiş veya parkların ortasında yalnız bırakılmışlardır. Böyle takdim edildiği için de durumu anlayamayan yeni nesil bu garip eski kalıntıların (!) buralarda ne işleri var diye düşünmekten kendilerini alamayacaklardır.
Oysa bu vakıf yapıları organik bir bütünlüğü olan, yaşayan bir mahalle içinde yer alıyordu ve kendisini oluşturan kültürün parçalarından biriydi. O mahallelerde daracık sokaklar, hayatlı kuyulu evler, mahalle fırınları, küçücük meydanlar vardı. Kümbet, cami, medrese, mescid, çeşme, gibi tarihî yapılarla iç içe yaşanırdı. Komşular arasında hoşgörü, anlayış, sosyal ve ekonomik dayanışma, güçlü bir birlik ve beraberlik görülürdü. İnsanımız yüzyıllarca içinde yaşadığı evleri, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarına göre oluşturmuş, geliştirmiş ve son zamanlara kadar da taşımıştı.
O mahallelerden yetişenlerin, topluma hizmet eden, kültürel değerlerine sahip, güzel ahlâklı, konu komşu değerlerini bilen, kültürünü geleceğe taşıyan, güzel insanlar oldukları konusunda o havayı yaşayan herkes hemen hemen aynı fikirdedir. Yeni neslin bilmediği, tanımadığı, bugünkü betonların arasında yaşanamayan bu soluğu milletimiz ne kadar özlese azdır. Şehirlerimiz yeniden yapılanırken genişleyen alanlar keşke bu anlayışla kendi kültürel değerlerimize göre tasarlansa, eski yerleşim yerlerimiz de restore edilerek korunup bir şekilde hayatiyetini devam ettirebilseydi…
Muhabbet dolu duygularla ziyaret ettiğimiz eserlerin her birinden ayrı bir bilgi, feyiz, duygu, sevgi aldık, ayrı bir huzur duyduk. Yapanlara ve devamını sağlayanlara hayır dualarla gezimizi tamamladık. Hepsini sevgiyle selamlıyorum.
Yorum yazabilmek için lütfen Oturum Açın